3.Bölüm: Sevgi ve aşk nedir?
Bir aşkın içine düştüğünü anladı. Aylar önce “acaba yeniden aşık olup, birini yoğun bir şekilde düşünebilecek miyim” diye kendi kendine endişelendiğini hatırladı. O zaman hiç ihtimal vermediği olay, şimdi başına gelmişti. Aylarca sürecek bir acıyla karşı karşıya kaldığını anladı. Bunu doğal bir afet gibi görüyordu. İnsanın gücünün yetmediği, durduramadığı, sel, deprem gibi bir musibet…
Mimar arkadaşının ofisinde kahvesini yudumluyordu. Ona, çizdiği planların ne kadar gerçeğe dönüşebildiğini sordu:
“Projeniz bittiğinde, başlangıçta hayal ettiğiniz ve çizdiğiniz gibi bir şey mi ortaya çıkıyor, yoksa bambaşka bir şeyle mi karşılaşıyorsunuz?”
Mimar, bu soruyu biraz düşündükten sonra cevapladı:
“Biz hayal ederiz, çizeriz. Uygularken bazı değişiklikler olabiliyor. Bunların kimisi projeyi daha güzel yapıyor, kimisi de projeyi daha berbat hale getirebiliyor.”
Mimar, birkaç projesinden ve işlerin nasıl gittiğinden bahsetti. Sonra evlilik konusunda konuşmaya başladı:
“Kendim için uygun olmayan ve iyi bir gelecek görmediğim kişileri kafamdan uzaklaştırdım, bitirdim. Birçok defa, aldığım tedbirler işe yaradı. Daha başlangıçta bir karar vermek gerekiyor. Önce düşünüp, sonra adım atmak veya vazgeçmek... Bazen insanın gücünü aşan durumlar da olabiliyor.”
Mimar, üniversitede bir arkadaşının başından geçen ve kendisini çok etkileyen bir olaydan bahsetti:
“İlk dönem o kıza hiç bakmıyordu. İlgisini çekecek biri de değildi. İkinci dönemin sonuna doğru, bazı projelerde birlikte çalışırken, kız ilgisini çekmeye başladı. Sonra kıza deli gibi aşık oldu. Aylardır görüyordun, hiçbir şey hissetmedin, şimdi ne değişti? O nedenle ben aşkı, insanın kafasında büyüttüğü geçici bir yoğunlaşma olarak görüyorum.”
Mimarın anlattıklarını dikkatlice dinledi. Onun düşüncelerini ve yaşayışını beğenir, örnek alırdı. O da kendisi gibi ileriyi düşünerek karar verirdi.
Genç adamın da ilgisini çeken güzel kadınlar olmuştu. Adım atsa ilerleyeceğinden emindi. Ama kafasından silmiş, hiç aklında bile tutmamıştı. Kendine ilgi gösteren kadınları kırmadan uzaklaştırma konusunda güçlü bir iradesi vardı. Bu duruşu; birkaç kadının ısrarla peşinde koşmasına bile neden olmuştu. Ancak çok uzun süre geçmeden konuyu kapatmayı başarmıştı. Şimdi ise kafasını meşgul eden bu konuda çaresiz kalmıştı. Ne ona yakın olabiliyor, ne de uzaklaşabiliyordu.
Mimar, ona bir olay daha anlattı:
“Askerden geldikten sonra bir işadamı ile beraber çalıştık. Geleneklere bağlı, işiyle ilgilenen, çalışkan bir adam olarak bilinirdi. Hayatın zorluklarını birlikte aştığı kadını, çocuklarını doğuran ve yetiştiren kadını terk etmiş, daha genç bir kadınla evlenmişti. Beni şaşırtan; on yıldır evli olduğu o genç kadınla da sorunlar yaşıyor ve daha genç olan başka biri kadına ilgi duyuyordu. İşte o zaman ben aşk dedikleri duygunun geçici olduğunu anladım. Evlenip çocuk yapacak kadar aşık olduğu bir kadını terk etmiş, aşk diyerek başka bir kadınla daha evlenip çocuk yapmış, şimdi ise başka bir kadınla ilgileniyordu… Aşk diyerek evlenen, hatta çocuk yapan çiftlerin, daha sonra sorun yaşadıklarını gördüğümde, artık şaşırmıyorum...”
Onlarla birlikte oturan ve elindeki formları doldurmakla meşgul olan Kimyager, aşk konusu açılınca konuşmaktan kendini alamadı. Kimyasal malzeme satışı yaptığı yan taraftaki ofise kağıtları bıraktı ve çayını alarak konuşmaya başladı:
“Herkes aşık olduğunda hissettiği duyguların benzersiz olduğunu ve karşısındaki kişinin de benzersiz olduğunu düşünür. Ama bu duyguyu beynimizde yaşatan bir kimyasal madde. Bu maddenin yapısı ve işleyişi herkeste aynı. Aynı kişiye aşık olan iki kişi düşünün… İkisi de o kişiyi, kendisi için yaratılmış mükemmel biri olarak düşünüyor. Çünkü ikisinde de aynı kimyasal madde etki gösteriyor. İlginç olan; bu kişiler daha önce başkaları için de aynı şeyi söylüyordu… ‘Sen bir tanesin ve benim içinsin.’ İlerde başkaları için de aynı şeyi söyleyecekler… Bu geçici bir aldanma, ama gereksiz de değil.”
Kimyacıyı ve Mimarı dikkatlice dinliyordu. Aşkın beyinde gerçekleşen geçici ve aldatıcı bir duygu olduğunu, herkeste aynı kimyasal maddenin etkili olduğunu öğrenmişti. Bu, onu biraz daha kararsızlığa itti. Çok özel zannettiği duygularını, başkaları için de hissedebilecek olması, onu biraz daha düşündürdü…
Kimyacı, Schopenhauer’ın aşk üzerine yazdığı bir kitaptan ve onun düşüncelerinden bahsetti:
“Schopenhaur, aşkı bir hayal, aldanış, kuruntu olarak görür. Dünyaya gelmeye çalışan bir çocuğun ruhunun çabaları olarak açıklıyor aşkı. Bir çocuğun yaşama iradesi… Çocuk ya var olacak ya da o iki kişi bir araya gelemezse yok olacak. O nedenle, aşk için çekilen acı ve alınan riskler büyük oluyor. Schopenhour, aşkın cinsellikle ilgili olduğunu ve içgüdüsel olduğunu düşünüyor. Cinsellik yaşandığında, aşkın büyüsünün biteceğini savunuyor. Aşk evlenmelerinin mutsuzlukla sonuçlanacağını söylediği için, Schopenhour’un aşk konusunda yazdıklarını okumak çoğu kişinin zoruna gidiyor.”
Mimar, yıllar önce bu kitabı okuduğunu hatırladı. Kitaplığın raflarını karıştırıp bulmaya çalıştı. İnce bir kitap olduğu için bulması biraz zor oldu. İlk sayfalara not aldığı bir kısmı sesli olarak okudu:
“Birbirine aşık olan erkek ve kadının gittikçe şiddetlenen yakınlıkları, ortaya çıkarabilecekleri ve çıkarmak istedikleri bir bireyin yaşama iradesinden başka bir şey değildir”
Mimar, bu sözü okuduktan sonra biraz düşündü ve daha sonra yeni bir şey keşfetmiş gibi düşük sesle konuşmaya başladı:
“Bir çocuğu öldürmek… O zaman evlilik dışı ilişki yaşayanlar, bir çocuğu öldürmüş kadar büyük bir kötülük işlemiş olmalı. Çok mu ağır oldu acaba? Bilmiyorum… Tüm ahlak anlayışlarında ve kutsal kitaplarda, zina olayının yasaklanması boşuna olmamalı. Büyük kötülükleri anlatırken, zina yapmakla insan öldürmek genelde birlikte sayılıyor. Ve ben, zina yapabilmiş bir insandan, diğer kötülükleri de beklerim, güvenemem. Bazıları bunu basit bir biyolojik veya fiziksel aktivite olarak görüyor. Peki, bu kadar basitse, bir kadını elde etmek için dünyaları veriyorlar ama yine razı edemiyorlar, neden? Bir kadının karar vermesi ve rıza göstermesi neden bu kadar güçlü? Bu olay basit bir biyolojik veya fiziksel aktivite ise, neden bu konuda yanlış yapan adamlar, ömür boyu elde etmek için uğraştıkları kariyerlerini, makamlarını, itibarlarını, ailelerini, dünyalarını ve hatta hayatlarını bir anda mahvediyorlar? Bu kadar basit bir olay olmamalı…”
Aşk konusunda Mimar ve Kimyacı konuşuyor, o ise daha çok dinliyordu. Anlatılanların bazılarını kabul etmek zor gelse de, içinden doğru olabilir diye düşünüyordu. Kabul etmek istemezmiş gibi konuştu:
“200 yıl öne yaşamış filozofların düşüncelerinden daha yeni ve gelişmiş bir bilgi yok mu? Hala onların söyledikleri ile mi idare edeceğiz? Neden yeni bilgiler, düşünceler göremiyoruz? İnsan soyunun devamı için böyle bir içgüdü yaratılmış olabilir. Ama bunun romantik bir tarafı da var. Aşkı için saltanatı, sarayı terk eden prensler, prensesler var.”
Kimyacı bu soruya kısa cevap verdi:
“İnsan hep aynıdır. İyilik, sevgi, aşk, acıma, yalan, dedikodu, kötülük, kin, nefret, aldatma… Bunlar ilk insanlarda vardı, şimdi de var. Bizden önce yaşayanlar düşünüp yazmışlar. Şimdi bilim ve teknoloji ile insanın yapısı daha yakından biliniyor ama bu duygular asla değişmeyecek.”
Kanuni Sultan Süleyman, kritik bir hastalığı atlatınca, yanındakiler, “artık uzun yıllar yaşarsınız padişahım” demiş. Padişah bir beyitle cevap vermiş:
“Bin yıl da yaşasak,
Gerdiş bu, zemin bu, asuman bu.”
İnsan ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, yeryüzü, gökyüzü ve olaylar hep aynı. 1000 yıl yaşayan Adem (A.S); tecrübelerini beş madde* halinde oğluna aktarmış ve gelecek çocuklarına da söylemesini istemiş: Yaratılmışa dayanma, kadına aldanma, işin sonunu düşün, içinden gelen sese kulak ver acele etme, işlerini istişareli yap. Bu beş madde; bin yıllık tecrübeyle oluşmuş… Aslında hayatın kuralları bu kadar basit.
Olaylar ve insanlar sürekli tekrar ediyor… Bizim hayatımız gibi bir hayatı olan, bizim yaşadığımız olayları yaşamış, huyu ve davranışları bize çok benzeyen insanlar olabilir. Huy, tip ve davranış bakımından insanları 10-15 ana kategoriye bile ayırabiliriz. Tarihte olayların tekerrür etmesi gibi, insanların yaşadığı olaylar da tekerrür ediyor. O nedenle, geçmişte yaşayan insanların tecrübelerini küçümsememek lazım, ne kadar eski olursa olsun. Çünkü insan hep aynı ve değişmiyor.
Mimar, Schopenhour’un kitabını biraz daha karıştırdıktan sonra dolaba geri koydu. Aşkın içgüdüsel olmasını o da kabul etmek istemiyordu:
“Aşk içgüdüsel. Sevdiğiniz birine aşık olabilirsiniz. Aşk bitse bile sevgi devam eder. Ama sevgi yoksa, aşk bittiğinde her şey göze batmaya başlar. İnsan önce bunu ayırt etmeli.”
Kimyacı platonik aşktan, oneitis hastalığından bahsetti:
“Filmler, romanlar, şarkılar hep aşktan bahsediyor ve yeni yetişen her insan aşkı gözünde büyütüyor. Karşısındaki kişiyi ruh ikizi zannediyor ve ondan daha iyisinin olamayacağını düşünüyor. İnsanlar artık bunun bir yanılgı olduğunu öğrenmeli. Tek bir kişi yok. Eğer karşılıklı değilse, aynı kişiyi uzun süre düşünmek ve beklemek hastalığa dönüşebilir. İnsan birisini sevdiği zaman, karşısındaki kişinin de kendisini sevdiğini zannediyor... Bu bir yanılgı. Olabilir, bazen ikisi de birbirini seviyor olabilir. Ama karşısındaki kişi sevmediği zaman, diğeri bir çaba içine giriyor. Nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama aşk için sıra dışı bir tarife rastlamıştım. Bir aşığın tüm çabalarının, kendisini sevdirmek için olduğu yazılıydı. İlginç… Gerçekten aşık olan kişinin yaptığı davranışlar bu değil mi? Onun sevgisini kazanmak için çabalamak... Böyle bir ihtiyaç hissetmek gerçekten çok düşündürücü… ”
Mimar:
“Bernard Shaw, aşk konusunda şöyle demiş: ‘Bir kişi ile geriye kalan herkes arasındaki farkın çok fazla abartılmasıdır.’ Halk arasında bunu ‘bulunmaz hint kumaşı zannetmek’ şeklide argo bir cümleyle ifade ediyorlar. Herkes aşık olduğu kişiyi ruh ikizi zannediyor.”
Ruh ikizi konusunda Mimar bazı bilgiler verdi:
“Her insanın bir yerde “Ruh ikizi” olduğunu ve onu beklemesi gerektiğini söylüyorlar. Seni kırmayan, kaba davranmayan, bakışlarınızla bile konuşabildiğiniz, sizin her şeyinize katlanan, tüm güçlükleri onunla aşabileceğinizi düşündüğünüz, onun için her şeyi göze alabileceğiniz birisi… İyi de, bunlar zaten ilk zamanlar birbirini çok seven aşıkların duyguları ile aynı değil mi?
Birini kendimize, yakın akrabalarımızdan birine veya daha önce çok sevdiğimiz birine benzetince, onu “Ruh ikizi” zannediyoruz. Bazen hiç ortak yönümüz olmayan ve başlangıçta ilgimizi çekmeyen kişileri de tanıdıkça “Ruh ikizi” olarak görüyoruz. “Ruh ikizi” olayı; aşkın güçlü anlarında yaşanan duygudan başka bir şey değildir. İki insanın birbirini çok sevmesi sonucu, kalplerinin ve ruhlarının kaynaşmasından başka bir şey değildir… Evlenince herkes kaynaşıyor, kendimiz kadar düşündüğümüz biri var artık. Bir iken iki olmuşuz, iki iken bir olmuşuz… Böyle birini beklemekle veya aramakla vakit kaybetmeye gerek yok. Ruh ikizimiz; sevip aşık olabileceğimiz herhangi bir insandan farklı biri değil...”
Kimyacı:
“Ruh ikizi olan insanlar, birbirinin gözlerinin içine daha rahat bakar diyorlar. Konuşurken gözlerini ayıramazmış. Benden gözünü kaçıran birinin, daha sonra gözümün içine düşecek gibi baktığını da gördüm. Bu teori de yanlış demek ki… Ama yine de bakışlara önem veriyorum. Biri sizden gözünü kaçırıyorsa, aranızda ruhsal bir uyuşmazlık olabilir. Aranızda bir bağ kurmak zor olabilir. 500 Days of Summer-Aşkın 500 günü filmindeki kızın, fotokopi odasından çıkarkenki bakışı gibi… O kızın bakışlarındaki soğukluk rahatlıkla görülebiliyordu.”
500 Days of Summer-Aşkın 500 Günü filminde Summer’ın bakışı ve gözlerindeki anlam
500 Days of Summer-Aşkın 500 Günü filminde Tom, karşısındaki kadını ruh ikizi olarak görüyordu. Yanıldığını çok geç fark etmişti. Filmde Tom şöyle diyordu:
“Bir yanım onu unutmak istiyor. Bir yandan da bu evrende beni mutlu edebilecek tek insanın o olduğunu biliyorum.”
Mimar’ın aklına Her-Aşk filmi geldi ve konuyu “bağlanma” konusuna getirdi:
“Sanırım olayın tamamen kimyasal maddeler yüzünden olduğu doğru. Karşınızdakinin kim ve ne olduğu önemsiz. “Her” filminde, bilgisayarın işletim sistemine aşık olan adamın hissettiği duyguları düşünün. Bir insana karşı hissedilen duygulara çok benziyor. Bilgisayara, telefondaki bir işletim sistemine yoğun duygularla bağlanabilmek çok ilginç. Onu kaybettiğinde, ulaşamadığında, aşık bir insanın yaşadığı duyguların aynısını yaşıyor.”
Her-Aşk filminde, yapay zekalı bilgisayarın işletim sistemine aşık olan adamın, aldatıldığını öğrendiğinde yaşadığı çöküntü.
Mimar, biraz gülümseyerek ama ciddi bir şekilde Osmanlı Padişahlarının aşk konusunu çözmüş olabileceğini söyledi:
“Osmanlı Padişahları; ellerinde her türlü imkan var iken, aşk peşinde koşmamışlar, sarayda eğitilen ve yetiştirilen sıradan kişilerle evlenmişler. Bir imparatorluğu yönetecek kişiler bile, gizemli bir kadın aramadıysa, sıradan kişilerin kendini kral gibi görüp kraliçe arayışına girmesi, bence gereksiz bir çaba.”
Kimyacı:
“Günümüzde evliliklerin zor olma sebebi de bu. Filmlerde, romanlarda olduğu gibi olağanüstü bir aşk senaryosu bekliyoruz. Hayalimizde bir profil oluşturuyoruz ve karşılaştığımız kişi buna uymuyorsa eliyoruz. Dizi oyuncuları veya sosyal medyada gördüklerimiz gibi makyajlı, filtreli profiller bekliyoruz.”
Genç adam, tüm bu konuşmaları dinlerken, aklındaki kadına karşı bir soğukluk hissetti. Bazen izlediği bir film, okuduğu bir kitap, karşılaştığı bir olay veya okuduğu bir söz ona aklındaki kadını hatırlatırdı. Ya onu daha çok sevdirir ya da ondan soğuturdu. Ondan soğuduğunda, kadının gözlerini ayırmadan bakışı, karşılaştıklarında içtenlikle gülümsemesi, iş yerine geldiğinde ve giderken ilgiyle selam verişi ve diğer güzel anlar aklına gelirdi. Kadın, bir ilgisi var gibi, bir ilgisi yok gibi. Onu bağlayan şeyin; bu belirsizlikler ve git-gel hareketleri olabileceğini düşündü. Aslında bilemiyordu. Onda kendisini bu kadar çok düşündüren şeyin ne olduğunu tam bilemiyordu.
Ofisten çıkmaya hazırlanıyorlardı. Ayağa kalktığında Kimyacı bir deney anlattı ve aşkı buna benzetti:
“Ben aşkı kristal büyütme deneyi gibi düşünürüm. Bunu hobi olarak yapanlar var. Ilık su içinde, aşırı miktarda renkli bir tuz çözülüyor. Normal sıcaklığa dönmesi beklenirken, içine bir iplik veya şekil verilmiş tel sarkıtılıyor. Teldeki tek kristal tanesi, kristallendirme olayını başlatıyor ve gittikçe büyüyor. Belli bir süre sonra, telin etrafında şekilli büyük bir kristal meydana geliyor. Olayı başlatan tek bir kristal tanesi… Tek bir bakış, dokunuş veya davranış gibi… Sonra biz o noktayı büyütüyoruz. Kristal, suyun içinde ne kadar tuz varsa hepsini çekip bağladığı gibi, biz de onun her hareketini kafamızda oluşturduğumuz hayallerle bir yerlere bağlıyoruz. Aşk; kristal büyütmeye o kadar çok benziyor ki, farklı biri ilgimizi çekmeye başladığında, tuz kristalinin sıcak suyla dağıldığı gibi, o hayalimizde büyüttüğümüz aşk da dağılmaya başlıyor...”
Kristal büyütme deneyi
Tam çıkacakları sırada Kimyacının anlattığı kristal büyütme deneyi, onu derinden etkiledi. Kimyacı devam etti:
“Örümceğin ağlarını örmesi de böyledir. Kendi ağzından çıkardığı salya ile kendine bir yuva yapar. Oradan oraya bağlar, kördüğüm gibi. Biz de kendi hayallerimizle kafamızda bir dünya kuruyoruz. Onunla ilgili her şeyi bağlayacak bir yer buluyoruz. Gezdiğimiz yerlere, gördüğümüz insanlara, izlediğimiz filmlere, kitaplara, dinlediğimiz şarkılara, yediklerimize, içtiklerimize bile onu bağlıyoruz. Örümcek ağı, dünyadaki en sağlam maddelerden biridir. İnanılması zor ama öyle. Aşk gibi güçlü. Ama bir rüzgarla uçup gidiyor… Aşk da öyle. Yeni biriyle o duygular da uçup gidiyor.”
Mimar:
“Evet, aşk örümcek ağına çok benziyor. Bir de sarmaşığa... Zaten aşk kelimesi, Arapça kökenli bir kelime ve “sarmaşık” anlamına geliyormuş.”
Mimar arkadaşının ofisinde, sevgi ve aşk konusunda geçen bu konuşmalardan sonra duygularını yeniden gözden geçirdi. Merdivenlerden inerken kendi kendine düşünüyordu:
“Onu gerçekten seviyor muyum, beğeniyor muyum? Yoksa hayalimde büyüttüğüm bir kuruntu mu? Onda beni çeken ne? Benim göremediğim veya görmek istemediğim olumsuzluklar olabilir mi? Her şey iyi giderse ve kendimi bir anda evlilik yolunda bulursam, bundan sonraki hayatım nasıl olacak, mutlu bir evlilik olacak mı?”