7.Bölüm: Rüyadaki çocuk
Seyahatten döndükten sonra, almayı düşündüğü bazı kitaplar için Kitapçı Kadın’ın dükkanına gitti. Bir taraftan raflardaki kitapları inceliyor, diğer taraftan kitaplarla ilgili sorular soruyor ve kadının verdiği bilgileri dinliyordu. Raftan rüya tabirleri hakkında bir kitabı çekip aldı. Kitabı biraz karıştırdıktan sonra, bir sandalyeye oturdu. Yıllar önce yaşadığı bir anısından bahsetti:
“Üniversite yıllarımda, yaz tatilinde bir ofiste çalışıyordum. Bilgisayarda masa başında basit bir işti. Ürün siparişleri, faturalar, tahsilatlar, hesaplar falan yapıyorduk. Yan masada, siyah saçlı, siyah gözlü, uzun kirpikli, duygusal bakışlı bir kız vardı. Ofise başka çalışanlar da gelir giderdi ama sürekli ofiste kalan dört beş kişiydik. Yan masadaki kızla ilgili aklımda herhangi bir şey yoktu. İşe gidip geliyor, işimle ilgileniyordum. Sıradan biriydi benim için. Kızın da bana karşı bir ilgisi olduğunu düşünmüyordum. Çünkü diğer kızlarla birlikte, üniversiteyi bitirmiş ve işinde gücünde başka erkekler hakkında konuşuyorlardı. Ben ise üniversiteye devam ediyordum ve bir iş güç sahibi olup olmayacağım belli değildi. Kadınların işe ve paraya baktığını öğreten en etkili derslerden biridir o kız benim için… Üniversiteyi bitirmiş ve iş güç sahibi olmuş erkek, kızın daha çok ilgisini çekiyordu. Üniversiteye devam edip bitirmemde, beni motive eden en önemli olaylardan biridir o kız benim için.
O kız bir gün ofiste rüyasını anlatıyordu. Anlatırken sesi kısık ve üzüntülüydü. Hala gördüğü rüyanın etkisi altındaydı. Rüyasını şöyle anlatıyordu: ‘Bir çocuk görüyorum, küçük bir erkek çocuk, 1-2 yaşlarında, bembeyaz. Çocuk bir anda kayboluyor, göremiyorum. Ben onu bulmak, yeniden görmek istiyorum, ama yok… Çocuk kayboluyor, göremiyorum. Ama ben bu çocuğu sürekli görüyorum, birkaç haftadır rüyamda görüyorum. O çocuk kayboluyor.’ Böyle bir rüya anlattı. Anlatırken çökmüş ve bitkin bir haldeydi.
Rüyaların bir anlamı olduğuna inanırım. Rüyada gördüğümüz her şeyi uygulamak veya rüyanın gördüğümüz gibi çıkacağını söylemek doğru değil. Rüyayı yorumlamak başlı başına bir mesele. Herkese anlatmayın, kalbi kötü olan kişilere veya kötüye yoracak kişilere anlatmayın derler. Bazıları da nasıl yorarsanız öyle çıkar der.
O kızın rüyasının benimle ilgili olduğunu biliyordum. Üniversiteye devam edip etmemekte karasızdım. Ama onun rüyası sayesinde, o şehirde kalmayacağımı ve üniversiteye devam edeceğimi anladım. Yakında bu işten ayrılıp gideceğime işaret ediyordu... Ben, onun yanından kaybolup gidecektim. Ve öyle oldu... Bir gün ona sorduğumda şöyle cevap vermişti: ‘Senin için daha iyi olacaksa, git…’ "
Kitapçı Kadın rüyayı dinlerken biraz tebessüm ediyor, bazen de yüzünde üzüntü ve acıma duygusu görülüyordu. Sonra kızın gördüğü beyaz küçük çocuktan ve rüyalardan bahsetti:
“O kız seni gerçekten çok seviyormuş, haberin olmamış… Bir kadınla erkek arasındaki aşk, rüyalarda küçük bir çocuk olarak görülür genelde. O güçlü duygunun özü de çocuk değil mi zaten, bir çocuğun dünyaya gelme isteği… Bazen o küçük çocuk kayboluyor, bazen ölüyor. Acısını da ya erkek, ya kadın, ya da ikisi birden çekiyor.”
Kitapçı Kadının söyledikleri onu biraz düşündürdü. Kızın çok sevdiğine işaret eden bazı ayrıntıları hatırladı ve ona da anlattı:
“Bunu nasıl anlamadım o zaman, neden bir adım atamadım acaba? İşimle ilgilendiğim için gözüm görmemiş olabilir mi? Ama yine de benim için böyle daha iyi oldu. Üniversiteye devam ettim ve şimdi daha iyi bir hayatım var. O kız için orada kalsaydım, şimdiki imkanları elde edemezdim. Erkeklerin eğitimini tamamlayıp iyi bir iş sahibi oluncaya kadar kadınlara mesafeli olması aslında iyi de oluyor.”
Son cümleyi söylerken biraz şaka yapar gibi söylese de böyle olması gerektiğine inanıyordu. Kitapçı Kadın da onu destekler gibi konuştu:
“Kadınlar için de aynı şey geçerli. Eğer bir ideali varsa tabi… Kadın peşinde koşan ve onların ilgisine, cilvesine kendini kaptıran erkeklerin, eğitim hayatında ve iş hayatında uğradığı zararlar düşünüldüğünde, bir erkeğin gözünün geç açılması aslında iyi bir şey. Erkeğin iradesi güçlü olmalı. Bazıları kadınların ilgisini ve amacını açık bir şekilde anlar ve onları kırıp dökmeden kendinden kibar bir şekilde uzaklaştırır. Ama bazı erkekler biraz saftır, gözü açılmamıştır ve karşısındaki kadının niyetini anlamaz. Anlamadığı aslında daha iyi...”
Kitapçı Kadın devam etti:
“Her iltifata ve cilveye aldanmayan, her kadına yüz vermeyen erkekler daha çekici oluyor genelde. Zor erkekler bazılarının daha çok ilgisini çeker.”
Birkaç kitap aldı eline. Kitaplardan biri de Cengiz Aymatov’un ‘Selvi Boylum Al Yazmalım’ kitabıydı. Filmi izlediğini ama kitabı okumadığını söyledi. Kitapçı Kadın biraz filmden bahsetti:
“Filmin senaristi, kitaba göre çok değişiklikler yapmış. Kendi siyasi düşüncelerini de karıştırmış içine. Sadece siyasi düşüncelerini değil, kendi hayatından da bir şeyler katmış. Oyuncuların bile müdahele ettiği bir film. Kitabın vermek istediği ile filmin yaptığı etki çok farklı. Kadınların boşanmasını ve başka bir adamla hayatını devam ettirmesini usta bir şekilde normalleştirmiş film. Önce sarsıntılar yaşatıyor izleyiciye, sonra kabul edemeyeceği şeyleri normalmiş gibi öğretiyor. Öyle bir sarsıntı ki, bir adam karısının başka bir adamla yaşadığını görüyor ve oğlu başka bir adama ‘baba’ diyor…
Gelenek ve göreneklerimizde, bizim kültürümüzde, boşanma eskiden çok zordu. Kadın da erkek de yuvasına sahip çıkar, sorunları birlikte aşarlardı. En küçük sorunda çekip gitmezlerdi. Şimdiki kızlar, televizyondaki evlilik programında öğrendikleri gibi eş arayıp buluyorlar, sonra da aile içi olayların anlatıldığı programda öğrendikleri gibi bir gerilim yaşamayı bekliyorlar… Magazin dünyasındaki bazı kadınlar, gizli senaristler, filmler ve diziler; aile içi gerilimi ve boşanmayı normalleştirdi. ‘Kızım bugün babasında kalacak’, ‘ Pazar günü babasını görmeye gidecek’ sözlerini, ekranlarda normalmiş gibi gösterdiler. Boşanmayı millete öğrettiler, alıştırdılar. Anne ayrı evde, baba ayrı evde, çocuğun ortada mekik dokuduğu bir trajediyi, normal bir hayatmış gibi gösterdiler. Sonra her yerde travma yaşamış, psikolojisi bozulmuş çocuklar arttı. Sonra onların sorunlu hayatları ve onlardan olan sorunlu çocuklar… Hala çığ gibi büyüyor. Bu vebali ve milyonlarca çocuğun acısını nasıl kaldıracaklar acaba?”
Selvi Boylum Al Yazmalım filminden bir sahne.
Kitapçı Kadın, filmde aşk evliliği ve mantık evliliği konularının da geçtiğini söyledi. Sonra kitap hakkında konuşmaya başladı:
“Aslında bu kitabın konusu bir çocuk etrafında dönüyor. Kitabın öyküsü Çin masalından alınmış. Çocuk; doğuran kişiye mi aittir, yoksa emek verip büyüten kişiye mi? Bunu irdeliyor. Masalda yargıç bir daire çiziyor ve iki kadına, daire içindeki çocuğu kendilerine doğru asılıp çekmelerini söylüyor. Kim iyi asılır ve kendine çekerse, çocuk onun olacak… Kadınlardan biri, çocuğun zarar göreceğini düşünerek çekmiyor. Yargıç çocuğu o kadına veriyor. Peygamber Süleyman (A.S) zamanında yaşanmış buna benzer bir konu daha anlatılır.* Ama bu film, konuyu ilgisiz yerlere sürüklemiş, amacından saptırmış.”
Çocuk konusu açılınca, Kitapçı Kadın’ın aklına Filozof Schopenhauer’ın sözleri geldi:
“Filozof Schopenhauer, aşkın bu kadar güçlü olmasının nedenini, doğacak çocuğun ruhuna, yaşama iradesine bağlar. Uğruna neler feda ediliyor, ne kadar çok acılar çekiliyor. Evladını kaybeden birinin duyduğu acı kadar olmasa da, bazı aşkların acısı da büyük olabiliyor. Bir çocuğun ölmesi, yok olması… Doğmadan önce yok olması veya doğduktan sonra yok olması… Aşk tek taraflıysa veya aşıklar birbirine kavuşamıyorsa, çocuk dünyaya inmeden, yani doğmadan ölmüş oluyor.”
Kitapçı Kadın’ın çocuk konusunda anlattıklarından çok etkilenmişti. Aşk ile bir çocuğun yaşama iradesi arasındaki bağlantıyı daha önce de duymuştu, biliyordu. Yeni duydukları ile birlikte merakı daha da arttı. Bu konuyu biraz daha araştırmaya ve düşünmeye kadar verdi. Aklındaki kadın ile kendi arasındaki sevgi, bir çocuğu dünyaya indirmeye yetecek güçte miydi? Yoksa ilgisizlik ve sevgisizlik, bir çocuğu daha mı öldürecekti?
Kitapları aldıktan sonra kafeye uğramıştı. İş yerinden bir arkadaşı ile birlikte kahve içiyordu. Bir ara televizyondaki haber herkesin dikkatini çekti. Üniversitede okuyan bir kız öğrenci, cinayete kurban gitmişti. Öldüren kişi erkek arkadaşıydı. Haber kanalı, köyde yaşayan annesinin feryadını tekrar tekrar veriyordu. İki yıl önce üniversite okumak için gelmiş ve bu yıl mezun olup gidecekmiş. Kafedeki herkes habere odaklanmıştı.
Kafede çalışan eleman, masaya birer kahve daha bıraktı ve sonra anlatmaya başladı:
“Biz üniversitede okurken bir kız vardı. Kendi yaşadığı pisliğin içine diğerlerini de çekmek için uğraşırdı. İlk zamanlar bunu neden yaptığını anlayamazdım. Herkes başkalarının iyiliği, mutluluğu için uğraşır ve bununla mutlu olurken, neden bazıları başkalarının kötülüğü için çabalar ve bundan keyf alırdı, bunu çözemiyordum… Sonra anladım ki, bu insanını kalbiyle ilgili. Kalbi güzelse; iyilik ve güzellik insana keyf veriyor. Kalbi bozulmuşsa; kötülük ve başkalarına zarar vermek insana keyf veriyor.
O kız bir gün yaşadıkları bir olaydan bahsetti ve arkasından öfkeli bir şekilde şu cümleyi kurdu: ‘İğreniyorum şu yaşadığım hayattan.’ Aslında kurduğu cümle, yılların değil, ömrünün özetiydi… Geldiği nokta, onun da midesini bulandırmaya başlamıştı. Neyse ki erkenden farkına varmıştı. Bazıları farkına varamıyor, her adımda biraz daha sınırları, kuralları ve ahlak anlayışlarını zorluyor. Ancak üzücü bir olayla karşılaştıklarında, nereye geldiklerini ve nasıl bir hayat yaşadıklarını anlayabiliyorlar... İşte o kızın kurduğu cümle benim aklıma kazınmıştı: ‘İğreniyorum şu yaşadığım hayattan.’ Yıllardır unutamıyorum bu cümleyi...”
Kafede çalışan eleman, olayı anlatmaya devam ediyordu. Kızın, ‘İğreniyorum şu yaşadığım hayattan.’ cümlesini kurmasına yol açan olayı, ikisi de merak ediyordu. Biraz sesini kısarak anlatmaya devam etti:
“Kızın tanıdığı bir erkek vardı. Öğrenci değildi, dışardan biriydi. Birbirilerine ‘kanka’ denilen şu iğrenç ve basit tabirle hitap ederlerdi. Samimiyetleri nereden geliyor, bilmiyorum. Bildiğim tek şey; o erkeğin çapkının teki olduğu… Son kurban olarak “kanka” dediği kızın bir arkadaşını gözüne kestiriyor. ‘Kanka’ bu konuyu kızla konuşuyor, kızı etkileyip ikna ediyor. Kendi bataklığına kızı da sürüklüyor. Bir akşam kızlı erkekli dört beş kişi bir evde eğleniyorlar. O çapkın şey, alkolün ya da sigaranın içine başka maddeler de karıştırmış. ‘Kanka’ ve diğerleri bir bahaneyle evden dışarı çıkıyorlar. Kızla o yalnız kalıyor. Tuzak kurdukları belli. İşte tam o anda, kızın babası telefonla arıyor... Kız heyecanla ‘Babam arıyor’ diyor…”
Babam arıyor.
Olayı kıpırdamadan dinliyorlardı. ‘Babam arıyor’ cümlesini duyduklarında, bir babanın kızı ile olan görünmeyen bağını düşündüler. Baba hissediyordu... Kızının büyük bir tehlike ile karşı karşıya olduğunu hissedip aramıştı. İnsan sevdiği biri sıkıntıdaysa, kalbi daralır, içi rahat etmez. Çok sevdiği biriyse, aramadan, görmeden duramaz. Hele babaysa, anneyse, kardeş ise… Kafede çalışan eleman anlatmaya devam ediyordu:
“Kızın kafa yerinde değil, konuşması bir tuhaf. Tabi baba kötü bir şeyler olduğunu düşünüp, kızın yakın arkadaşlarını arıyor. Art arda gelen telefonlardan, kızın diğer arkadaşlarının da araya girmesinden sonra kızı evden kurtarıyorlar.”
Masada oturanlardan biri hemen ekledi:
“İyi ki kurtarmışlar. Kurtulamayanları az önceki gibi haberlerden izliyoruz…”
Kafede çalışan elemanın anlattığı olay onu çok etkilemişti. Aklında ‘Babam arıyor’ cümlesi kalmıştı. Kitapçı Kadının ‘çocuk’ ve ‘rüyadaki çocuk’ hakkında anlattıkları düşünüldüğünde, gözümüzle göremediğimiz güçlü bir sevgi bağı olmalıydı. İki insan arasında iletişimi sağlayan güçlü ve farklı bir yol…
İki insan arasındaki bu bağı, birçok yerde görebiliriz. Küçük çocukların yanından annesi veya babası ayrılırken bu bağı görebilirsiniz. İlkokula yeni başlayan çocuklarda, lise veya üniversite eğitimi için uzaklara giden çocuklarda, bu bağın acısı görülür. Otogarlarda, havalimanlarında, evlatlarını veya sevdiği insanları uğurlayan kişileri düşünün… Biri dışarda, biri içerde… Otobüs veya uçak hareket ettiğinde, gözümüzle göremediğimiz bu sevgi bağının gerilme acısını herkes hisseder…
Masadaki arkadaşı biraz sonra kalktı ve gitti. Kafede çalışan eleman da işiyle ilgileniyordu. Kafeci’nin babası ile bir adam büroda yarım saattir oturuyordu. Adam farklı birine benziyordu. Görünüşü çok üst düzey bir misafir gibiydi. Yüzünde anlam verilemeyen hoş bir ifade vardı. Az sonra adam gitmek üzere ayağa kalktı. Kafeci’nin babası onu kapıya kadar uğurladı. Adam gittikten sonra tekrar bürosuna geçti. O da eline kitaplarını aldı ve hemen yanına gitti. İlk işi misafiri sormak oldu:
“Önemli bir misafire benziyordu.”
Kafeci’nin babası:
“Önemli, evet. Dini konularda bilgisine hayranım. İlahiyat Profesörlerinden daha bilgili ve kültürlü. Yüzünde bir dinginlik var. Yanında iken huzur veriyor. İnancı, yaşayışı, dinin özüne uygun. Son yıllarda din konusunda değişik adamlar ön plana çıkıyor. Halkımız bu şarlatanlara kolay aldanıyor. Bazıları Hadisleri, Peygamberimiz’i (S.A.V) gereksiz görüyor. Bizim ecdadımız, Kur’an-ı Kerim’in yanında ayağını uzatmamış, güzel bir kılıf yapmış, evinin duvarına asmış veya kitaplığının en üst rafına koymuş. Ama şimdi bazı hocalar Kur’an-ı Kerim’i aşağıda tutuyor, elinde sallıyor. Biz çocukluğumuzda, yerde ayet-i kerime bulunca öper, yukarı koyardık. Şimdi camilerde, okullarda, ayetler kitaplardan yırtılmış, yerlerde çiğneniyor. Bu işi bu hale getiren adamlar, Mısır gibi bazı dış ülkelerde din eğitimi almışlar, sonra ülkemizde ideolojilerini yaymışlar. Son yıllarda, ülkemizdeki geleneksel dini değerleri tahrip etmek için çok uğraşıyorlar… Ama başaramazlar.”
Anlattıkları ilgisini çekmişti. Din, para, kadın her zaman ilgi çeken konulardandı. Kafeci’nin babası anlatmaya devam etti:
“Çok zor. Din konusunda yanılıp şaşırmadan devam etmek çok zor... Bazıları Kur’an-ı Kerim’e hürmet etmiyor, bazıları hiç okumuyor bile. Kendi hocalarının yazdığı kitabı, Kur’an Tefsiri diye okuyanlar var. Ama içinde ayet yok, ayet tefsiri de yok, Kur’an ile alakası yok. Bunu düşünemiyorlar. Önemli olan, anlamını bilmesek bile Kur’an-ı Kerim’i orijinal diliyle okumak…
Bazıları dini siyasi parti gibi görüyor. Siyasi partiyi de din gibi görüyor. Parti veya lideri değişirse, dinleri de değişecek… Ülkemizin geçmişinde kaç partinin kurulup yıkıldığından habersizler. Yani çok zor. Bu ülkede dini sapıtmadan yaşamak çok zor. Az önceki misafirime bu konuda güveniyorum. Böyle adamlar da var ama bilmek ve bulmak kolay olmuyor…”
Elindeki rüya tabirleri kitabını ve diğer kitapları Kafeci’nin babasına gösterdi. Yaşlı adam, kitaplara hızlıca bir göz attıktan sonra, kitaplar hakkında biraz konuştu:
“Dini kitaplar konusunda daha seçici olmak gerekiyor. Yayınevini, yazarı araştırıp sonra almalı. Dokuz doğru bilginin yanında, bir yanlış bilgiyi fark ettirmeden insanların beynine yerleştiriyorlar. Kitaplarla, videolarla insanları dinden imandan uzaklaştırıp saptırıyorlar.”
Daha sonra rüyalar hakkında konuşmaya başladı:
“Rüya konusu çok ilginç. İnsan bazen bir gün sonra veya bir hafta sonra yaşayacağı olayı rüyasında görüyor ve aynısını yaşıyor. Bazı rüyaların anlamları vardır, görüldüğü gibi çıkmayabilir. Rüya tabiri ayrı bir ilimdir. Büyük İslam alimi İmam-ı Azam bir rüya görür ama anlamını bilemez.* O kadar kitap yazmış, zeki ve bilgili biri. Ama gördüğü rüyanın anlamını çözemiyor… Rüyasının anlamını araştırırken, başka bir alimle karşılaşıyor. Ondan çok şey öğreniyor. Kızıyla evleniyor. O alimden o kadar çok şey öğrenmiş ki eğer onunla karşılaşmasaymış, geçmiş hayatının bir hiç olacağını söylermiş.”
Kafeci’nin babası biraz düşünceye daldı. Sonra yanındaki bardaktan birkaç yudum su içti. Rüyalarla ilgili konuşmaya devam etti:
“Osmanlı İmparatorluğu kuruluşu da bir rüya* ile başlar. Peygamber Yusuf (A.S)’ın rüya tabirleri de Kur’an-ı Kerim’de anlatılır.* Yine Peygamber İbrahim (A.S)’ın rüyası da çok önemli olaylardan biridir. İbrahim (A.S), ‘eğer bir oğlum olursa kurban keseceğim’ diye söz veriyor. Ama oğlu olduktan sonra bu sözünü unutuyor. Rüyasında hatırlatılıyor.”
İbrahim (A.S)’ın kurban olayı birçok kitapta anlatılır. Filozof Kierkigaard, bir kitabında baştan sona bu konuyu işler. Peygamber İbrahim (A.S), imanının gücü konusunda çok zor bir imtihandan geçmektedir. Bu imtihandaki ızdırap ve acı, onun makamını yükseltmiştir. Kierkigaard’a göre iman; sadece inandığını söylemek değil, gerçekleşmesi imkansız olaylarda bile, Hz.Allah’ın yardım edeceğine inanmak ve eyleme geçebilmektir. Kitapta şöyle bir cümle geçer: ‘Nedenler aksini gösterse ve zıt yönde açık bir kanıt olsa bile, kendi yargımız yerine Allah’ın iradesine teslim olmalıyız.’
Kafeci’nin babası ile bir süre daha İbrahim (A.S) ve kurban konusunda konuştular. Yaşlı adama, Felsefe ile ilgilenmediğini ve bu tip kitapları okurken sıkıldığını, ancak Kierkigard’ın kitabını okurken bazı notlar aldığını söyledi. Notlar aldığı dosyayı telefonundan buldu ve yaşlı adama bazılarını okudu:
“Felsefe bize imanın bir açıklamasını veremez.”
“İnsanlar yaygın olarak nehirleri ve dağları, yeni yıldızları, parlak kuşları, garip balıkları, grotesk insan örneklerini görmek için dünyanın her yerini gezerler; varoluş karşısında hayvanca bir sersemliğe düşerek ağızları açık kalır ve bir şeyler gördüklerini düşünürler. Ben bununla ilgilenmiyorum. Ancak eğer böyle bir iman şövalyesinin yaşadığını öğrenseydim, bu mucize beni mutlak olarak ilgilendirdiği için ona yürüyerek giderdim. Zamanımı ona bakmakla, onun hamlelerini kendim yapmakla, böylece bütün zamanımı ona imrenmekle geçirmek isterdim. Kendimi yaşam boyu güvende hissederdim.”
“Zira insanın yaşamının ilginçleşmesi, ruh dünyasındaki bütün ayrıcalıklar gibi, ancak derin acıyla elde edilebilir.”
“Kişinin kendisini adayacağı birisini bulamaması yeterince acıdır, ancak kişinin kendisini adayamaması sözle ifade edilemeyecek kadar acıdır.”
Okuduğu sözler, Kafeci’nin babasının ilgisini çekmez diye düşünüyordu. Felsefe ile ilgilenmediği için, onun anlamayacağını düşünüyordu. Ancak yaşlı adam ikinci sözü bir kez daha okumasını istedi. O da yavaş yavaş bir kez daha okudu.
Kafeci’nin babası, ruhsal acılar ve imtihanlar konusunda bir örnek anlattı:
“Davut(A.S) kendisinin büyük bir imtihandan geçmediğini düşünüyormuş. Kendisi aynı zamanda güçlü bir kraldı. Korunaklı ve taştan yapılmış şatosunda, kendisini güvende hissederken, bir kadın sebebiyle kalbi korku ve acıyı tattı. Yabancı kaynaklar bu konuyu çarpıtır, ahlaksızca anlatır. Ama işin doğrusu Kur’an-ı Kerim tefsirinde yazdığı gibidir. Sad suresinde geçer. Kalp; taştan duvarlarla örülmüş kapalı bir oda gibi olsa da, bir kadın o kapalı odaya girip insanı zayıf hale düşürebiliyor… Aşk acısı da bir imtihandır, sabredebileni olgunlaştırır. İnsana kendinden çok başkasını düşünmesini öğretir. İmtihan bittiğinde, insan kendinin farkına varır, kendini yeniden keşfeder.”
Yaşlı adam sözünü bitirdiğinde araya girdi ve Davut (A.S) konusunu hatırladığını söyledi. Bu konuyla ilgili farklı bir yorumdan bahsetti:
“Doğacak çocuk peygamber bile olsa, anne adayı için çok seçici davranmak ve arayış içinde olmak demek ki gereksiz. Dua ile kader bile değişir ama bazen kaderin değişmediği yerler de var. İnsanın iradesinin yetersiz kaldığı yerler de olabiliyor...”
Kafeci’nin babası ile bir süre daha konuştuktan sonra bürodan ayrıldı. Eve vardığında, bugün öğrendiği yeni bilgilerle aklındaki kadını bir daha değerlendirdi. ‘Babam arıyor’ olayı ve iki kişi arasındaki görünmeyen sevgi bağı, rüyadaki çocuğun anlamı, bürodaki misafir, dini konularda sapıtanlar, imanın gücü ve imkansız gibi görünen şeylerin bile olabileceğine inanmak…
Rüyalarla ilgili kitabı biraz inceledi. Başka kaynaklardan da araştırdığında, aylar önce aklındaki kadınla ilgili gördüğü rüyanın adım adım çıktığını anladı. İlk gördüğünde kendisi için pek bir anlam ifade etmeyen rüya, geriye dönüp baktığında çok ince ve derin anlamlar taşıyordu. Bu kadar ayrıntılı bilgi, kısa bir rüyaya nasıl sığabiliyor diye şaşırdı. Kısa bir özlü sözden, sayfalar dolusu anlam çıkarılması gibiydi…
O gece uyumadan önce, saatlerce rüyasının anlamını düşündü. Rüyada görülen her şeyi, gerçek hayatta uygulamanın yanlış olduğunu biliyordu. Ama bir taraftan da, rüyaların bir anlamı olduğunu düşünüyordu. Hayatını etkileyecek konularla ilgili bir rüya görürse, buna önem verirdi. Aylar önce gördüğü rüyayla ilgili düşüncelerini, bir kağıda not aldı:
“Rüyada gördüğüm şeylerin anlamına baktığımda, onun sevgisinin ve ilgisinin yetersiz olduğunu düşünüyorum. Ne bana, ne başkasına… Ondaki merhamet ve ilgi, bir çocuk için yetersiz görünüyor. Bir çocuğun dünyaya inmesi ve sağlıklı bir şekilde yaşaması zor görünüyor. Onun için çaba göstersem bile, kendimi boşuna meşgul etmiş olacağım. Kalbim kırılacak… Sadece gücümü ve enerjimi tüketecek. En önemlisi de, zamanımı kaybedeceğim. Onun için büyük iyilikler ve fedakarlıklar yapsam bile önemsiz kalacak. Beklemediğim kötülüklerle karşılaşıp, hayal kırıklığına uğrama ihtimalim de var. Ailemle sorunlar yaşayabilirim. Tüm bunları kabul etmek zor gelse de, şimdiye kadar edindiğim bilgiler ve geriye dönüp onunla ilgi her şeyi yeniden gözden geçirdiğimde, bunları yaşama ihtimalim çok yüksek.”
Aldığı notları bir kez daha okudu. Onu gördüğü son andan bu zamana kadar, ne yapması gerektiğini, nasıl bir adım atması gerektiğini düşünüyordu. Yeni bilgiler edindikçe, karar vermesi biraz daha zorlaşıyordu. O hala aklında olduğu için, bazı gerçekleri kabul etmek zor geliyordu. Bir insanı unutmak, kalbinden silmek, söylemek kadar kolay olmuyordu.
Telefonuna baktı. Bir arkadaşının paylaştığı resim dikkatini çekti. Düşündüklerini doğrular gibi bir resimdi. Tam zamanında karşılaşmıştı. Bir dalda dört yavru kuş… Anne kuş, tek tek kuşların gagasına yiyecekleri veriyordu… İşte merhamet buydu. Onda yeterli olmayan şey tam olarak buydu…
Yavrularının gagasına yiyecek vererek onları büyüten anne kuş.